28 Kasım 2010 Pazar

Hasetlerdeyimmm

Bazı bloglara bakıyorum da sürekli kek yapıyorlar, ya da renkli süslü şekerlemeler -yemek blogları olanlardan bahsetmiyorum-

Eminim gayet de lezzetli oluyordur. Ama bu kadar yiyip nasıl şişmanlamıyorlar anlamıyorum.

Yani kek, şekerleme, kurabiye postlarının devamında 'nasıl formda kalıyoruz' gibi bir yazı bekliyorum merakla, ama asla gelmiyor.

Bir merak konusu da bunca şeye nasıl vakit buldukları... Sadık bir okuyucu olarak şunu da söyleyebilirim ki genelde çok meşgul insanlar.

Neyse bir süredir uzak kaldığım bu sayfaya döner dönmez sağa sola pok atmamalıyım.


Yeniden merhaba...

PS: Bu hafta ben de elmalı tart yaptım,, bi de ıslak kek .. Laf aramızda canım çıktı.

*Benim eserim de bunu andırıyordu.


24 Eylül 2010 Cuma

Tatile gitmek gibi,, sarhoş olmak gibi...
Kendine gelmek gibi,, öyle sürpriz bir cumartesi...

Bir sürü vıdı vıdı yapacaktım.
Güzellemeler,,,
Uzun bir girizgah...
Sonra fotoğraflara baktım
farkettim ki...
Ne söylesem bu kadar etkili olmayacak!
İstanbul'dan kaçarken ne ummuştuk bilmiyorum ama gazeteci abimiz 'sizi
özel bir yere götüreceğim' dediğinde, cenneti ayaklarımızın altına
sereceğini bilemezdik.

Yeşile hasret bir kısım istanbullu için bu kelime abartı sayılmaz.

yER: dOĞAPARK
İsminin hakkın verdiğini söylemek gerek en başta!

tARİH: güzel bir cUMARTESİ günü...İlk karşılaşma çiftlikteki hayvanlarla; flamingolar, angut kuşları, ceylanlar, ponny atlar, karacalar, lamalar...

Sonra yer yer nilüferlerle kaplı göletlerin çevresine konuşlanmış küçük heykeller...

Vurucu son nostaljik eşyalarla dolu bir hangar derdim ama sazlıklı yoldan devam edince karşıma çıkan manzara beni arada bıraktı.

Güzellikler say say bitmez.
Helikopter pervanesinden bir masa...
Eski model sepetli bir motosiklet.
Görmezden gelemeyeceğiniz, herşeye hükmedercesine orta yere yerleştirilmiş bir Cesna uçağı..
Hepsi bu harika mekanın sahibi İşadamı Ahmet Şahin'in özel ilgi alanlarını yansıtıyor.



Doğa harikası bu çiftliğin sahibi bir sanatsever. Aynı zamanda da doğa aşığı... Hepsi bir araya gelince de burası bir masal diyarına dönüşmüş.

Ahmet Şahin, sadece yakın dostlarını ağırladığı çiftliğinde gün boyu bizi misafir etti.

Ve ben tekrar anladım ki; bir güne planlamadan başladığımda
genellikle nasıl biteceği konusunda da bir fikrim olmuyor.
Yarım yamalak bir mangal keyfi, zar zor bir kahvaltı ya da bulutlu bir hava hayal edip, 'olsun yine de güzel geçecek' der ve beklentilerimi düşük tutarsam, kendimi böyle bir cennette bulabilirim.

17 Eylül 2010 Cuma

Tarzını banyoda konuştur!

Bir evin en dekore-edilesi, süslenesi-püslenesi yerlerinden biri banyosudur bence...
Neden peki? Sorarım size....










15 Eylül 2010 Çarşamba

Süt dişlerim düşmemiş,
o halde ben biiiir...




...... ÇITIRIM???

Hayır, aslında alığım!!

Bahsetmekten pek hoşnut değilim ama son üç haftadır dişçi koltuğundan kalkmaz oldum.

Diş eti çekilmesi yüzünden başım dertte..


Doktorum bir türlü dilimin dönmediği şu tedavilerden birini uyguluyor.


Benimki ağız değil, sanki inşaat alanı... Kazıyor da, kazıyor...


Haliyle canım yanıyor.


Ama normal yetişkinlerden daha fazla.


Doktor bana bunun sebebini şöyle açıkladı: ''Ön taraftaki üç dişin süt dişi''


Yani süt dişlerim hiç düşmemiş.


Bunu söyler söylemez aklımdan geçen ilk şey 'vaaay amma çıtırım, hala süt dişim var' oldu.


Peşi sıra şu cümleler çınladı kulağımda;
'Düşebilirler tabii, rontgen çekip bakmak gerek. Altında diş var mı acaba'


Kocaman kadın oldum,, yaşım ilerledikçe

bazı sağlık sorunlarıyla yüz yüze geleceğimden

emindim ama çocuklukta düşmeyen süt dişleri yüzünden

dişsiz kalabileceğim aklıma gelmezdi doğrusu...

Nasıl bir şey ise bu artık????




12 Eylül 2010 Pazar

Bu bayram kafama takılan

.... yegane şey telefonumun neden hiç çalmadığıydı.

Evet bayramda çalıştım. Büyüklerimi aradım ve arkadaşlarımdan telefon bekledim.

Nedense kendimi böyle bir beklenti içinde buldum.

Bayramlar büyükler için midir? Yaşlılar için mi yani?

Ya da birbirine kan bağıyla bağlı bireyler için mi?

Benim yakın çevrem için böyle sanırım. Sanırım geleneksel şeylere
karşı geliştirdiğimiz bir modern insan anlayışlılığı içindeyiz.

Bugüne kadar tek bir arkadaşım bile bana 'bayramımı kutlamadın' diye sitem etmedi.

Ben de kimseye sitem etmedim tabi ki...

Ama nedense bu bayram telefon bekledim.

Hatta geçen yıl bayramın birinci günü işbaşı yapmak için trenle yola düştüğümde, yoldan bir arkadaşımı arayıp bayramını kutlamıştım. O kadar şaşırmıştı ki, aslında bayramını kutladığım için değil öylesine hatır sormak için aradığımı düşünmüştü:)
Diğer yandan biz yılbaşını asla atlamayan bir gelenekten geliyoruz.

Saat 24.00 oldu mu, hemen telefona sarılır coşkuyla iyi dileklerde bulunuruz.

İyi bir yıl, iyi bir hayat, iyi bir eş, iyi bir iş, bir sürü iyi için bir sürü güzel cümle kurarız.

Doğumgününü unutmak dünyanın sonu gibidir mesela...
Nasıl telafi edeceğini düşünür durur insan.

İşte bu bayram ben bu yaman çelişki üzerine epey kafa yordum.

Sonuç; neyi neden kutladığımızı bir yana bırakıp,, her türlü tatili

güzel sözlerle örülü bir şölene çevirmek artık amacım.


İyi bayramlar, mutlu günler...


Evdeyim, kendimdeyim!



Herkes, yine, tatil yaparken bu bayram,

ben, yine, çalıştım!

Mesleğim, tatil olarak aklınıza gelebilecek her resmi günde daha fazla çalışmayı gerektirir.

23 Nisan, 29 Ekim... Kurban ya da şeker bayramı... fark etmez!

Kendimi fazla acındırmayayım. Başka bir kariyer seçseydim hayatım yine böyle olabilirdi.

Doktor ya da hemşire olabilirdim. Ya da bir alışveriş merkezinde tezgahtar...

Ben gazeteci oldum. Şu anda evimde şu satırları sakince yazabilmem bile mucize gibi.

İşyerinde açılan sandık sayısını da takip ediyor olabilirdim.

Bu meslekte yaşanacak o kadar güzel şeyler var ki; ama size sadece sandık takip etmek düşüyorsa, teşekkür edip geri çevirmeniz gayet doğaldır.
Aktarmaktan yorulunca,, bazen sadece izleyici olmak da güzeldir.

5 Eylül 2010 Pazar

O bir maymun!!!



Bir buçuk yaşında... Henüz tam olarak konuşamıyor. Kelime haznesi 'anne, baba,
abi ve yaaaaaa' ile sınırlı. En kral tepkisi; 'yaaaaaaa, anne yaaaa'
Buna rağmen anlatmak isteği herşeyi gayet iyi anlatıyor. Kelimeleri kısıtlı ama binbir çeşit namesi-cilvesi var cadının.
Bana hiç benzemiyor. Sarışın-mavi gözlü.
Oysa 'kız halaya çeker' derler. Pek çekmemiş gibi...
Huyu suyu için birşeyler söylemek erken.



Fotoğraflar, O'nu misafir etmek için can hiraç çaba harcadığımız bir haftasonundan...
Tüm gün keşifteydi. Kitaplar, CD'ler, DVD'ler, eniştesinin gözünden sakındığı figürler.
Onca şeyle birlikte, normalde bir çocuğun ilgisini çekmeyecek bir o kadar şey daha önüne serildi.
Sadece yemek yesin diye ...

Biraz jenga oynadık.
Kitapları dağıttık. Sayfaları çevirdik. Tek tek özenle!
Parkelere mamayla sıvadık.
Jonny Cash dinledik.
Kasedeki mama bittiğinde ben de çocuk sahibi olmak fikrini tekrar gözden geçirdiğimi, sonra bu konuyu daha sonra düşünmek üzere rafa kaldırdığımı hatırlıyorum.
Konuyu karara bağlayacağım uzun düşünce halinden önce
bir de cesaret hapı yutsam fena olmaz:)

2 Eylül 2010 Perşembe

Gönül pencerem

Mutfak penceremin manzarası böyle...
Karşı penceredeki, saatlerini bilgisayar başında geçiren bir oyun müptelası!
Akşamları bazen, mutfağa su içmeye gittiğimde ya da çay yapmaya, her ne için olurusa,
gözüm O'na takılır.
Nasıl yorulmadığına hayret ederim.
Çünkü bilirim bütün gün zaten bilgisayar başında çalıştığını...
Sessizce gözetlerim.
Bazen hayret ederim. Çoğunlukla kınarım. 'Cık cııık'lıya, 'cııık cıklıya' kapatırım mutfağın ışığını, her ne yapıyorsam onun başına dönerim.
Karşı penceredeki benim kocam, eşim, sevdiceğim değil de
bir yabancı olsaydı, yine gözetlerdim.
Daha heyecanlı yorumlar yapardım onun hakkında...
Derdim ki mesala; 'zavallı çocuk karısı terk ettikten sonra daha bir verdi kendi oyuna.'
Ya da 'bu kadar bilgisayar başında oturduğuna göre kesin unutmak istediği bir geçmişi var''
"Ahhh bi de derli toplu olsa, şu dağınıklığa bak'!!!
Karşı penceredeki şahıs yazımı okur da bir uyanışa geçerse,,
cam kenarında çay içmeye beklerim. :))

1 Eylül 2010 Çarşamba

Sinem Kobal'ın evi!


Küçük Sırlar'a hayatımıza girmeden önce, O küçüklerin Selena'sıydı.
Çocuklara yönelik bir dizi için fena da değildi sanırım. En azından kendisini sevdirmişti.
Gel gelelim O'nu birden Gossip Girl'ün Türkiye şubesi Küçük Sırlar'da Serena van der Woodsen yerine koymaya çalıştıklarında işler karıştı.

Arda Turan'ın sevgilisi olarak celebrity kontenjanına direkt dahil olan Sinem Kobal, şimdi ekranda 'inandırıcılık' sınavı veriyor. Bir yandan taklit bir dizide, orjinalinden bambaşka bir karakter canlandırıyor. Diğer yandan da o orjinal dizideki sahici kız olmaya çalışıyor.
Zor valla!
Bakınız efendim evi gerçek bir celebrity evi mi? Bana sanki içinde
pek yaşanmıyormuş izlenimi verdi! Gerçi bütün dergi çekimleri öyle olmaz mı?





30 Ağustos 2010 Pazartesi

Yaz bitmeden...

Bunu ayın 31'i itibariyle yazmam biraz dramatik oluyor tabii.
Çünkü, Eylül demek, sonbahar demek.
Ama küresel ısınma sağolsun mevsimler artık sürprizlerle dolu!
Bence hala vaktimiz var. 15 günse 15 gün! Belki 20 ya da 25 gün daha
güneş tepemizde parıldarken, fırsatı değerlendirmeli.
Tatil yöresi tavsiyeleri vermeyeceğim tabii ki. Çok çoook daha küçük güzellikler...



Ada ziyareti yapmadan yaz sona ermemeli!
Öncelikle,, İstanbul'un prens adalarından biri seçilmeli. Bence Büyükada. Ben en çok orayı severim.

Ama daha değişik birşey yapmak isterseniz.

Sedef Adası'nı seçebilirsiniz. Bana her zaman filmlerdeki ıssız adaları hatırlatır. Biraz terk edilmiş havasından kaynaklanıyor sanırım. Gezilecek pek fazla yeri yok. Ama denizin en temiz olduğu yer orası.


Hala bir açıkhava konserine gitmediyseniz, Bülent Ortaçgil ve Zuhal Olcay Kuruçeşme Arena'da olacak. Ya da Ekim'i bekleyip finali Goran Bregovic ile yapın!
Taksim'den kalkan city seeing otobüsleri ile bir İstanbul turu atın. Üstü açık otobüste yolculuk boyunca şehrin bütün kokularını alırsınız.
......... hiç olmadı; Ortaköy'den kalkan teknelerle bir boğaz turuna katılın. Yoğun deniz kokusuyla yaza veda etmiş olursunuz. Biraz de yalılara bakar iç geçirirsiniz.
Sultanahmet'teki Caferağa Medresesi'nde fonda ney sesi, elde kitap, yumuşak bir öğle sonrası yaşamalı.
Bu öneri yaz bitmeden değil ramazan bitmeden yapılması gereken bişey aslında. Çünkü medresede iftar yemeği de veriliyor. Mum ışığında gayet otantik bir alternatif!!
Benim yaz bitmeden listem bu kadar. Eminim unutttuğum bir sürü şey vardır.


29 Ağustos 2010 Pazar

Angelina'ya açık mektup!



Bu elbiseyle gayet zarif gözüküyorsun Angelina'cığım...
Buna dantelin zerafeti diyebiliriz sanki... Biraz da gençsin sanki!
Bu vesile ile sana şunu söylemek isterim ki, son izlediğim filmin, 'Salt', gayet berbattı.
Nasıl bu kadar kötü filmlerde oynayıp, nasıl hala gündemde kalabilmiş olabildiğini anlamıyorum.
Yakında sana Oscar da verirler. Çünkü, dünyanın en güzel kadını olarak bize zorla pompaladıkları SEN, yakında Megan Fox'a ünvanını kaptırdığında omzunda ağlaman gereken biri olacak.
OscaR bunu layıkıyla yerine getirecektir. Dar omuzlarını bir kusur olarak görmezsen eğer, onun sükuneti seni bu zor zamanında rahatlatacaktır!
....
Salt'a geri dönersek,, gördüğüm en çelimsiz, zor zar koşan, fit olmaktan uzak, daha çok zayıflıktan ölmek üzere bir kadın görünümündeydin ki,, bu da beni hayli güldürdü. Tıpkı İndiana Jones'daki Harrison Ford gibiydin. Ford, ishal olduğu için bazı sahneleri çekememişler. (Serinin kaçıncı filmiydi hatırlamıyorum). Acaba sende de böyle bir durum mu var diye düşündüm durdum tüm film boyunca. 'Yazık kadını zorla oynatmışlar, harrison kadar hatrı yokmuş' deyip durdum içinmden!
......
Brad'i mahvettiğini bir kenara bırakırsak, sana karşı en ufak bir düşmanlığım yok.
Biz kadınlar, başarıyı her zaman takdir eder, birbirimizi destekleriz.
Lütfen bu sözlerimde art niyet arama.
Buzlar kraliçesi bir ajan olmak yerine, azıcık samimiyet eklenmiş aile filmlerinde evde kalmış büyük abla olarak görmek istiyoruz seni artık. Belki oyunculuğunu da anlamış oluruz.
Sevgiler
Clementine.
P.S: Hatıralarımızda hep böyle kal diye filmden kareler koymuyorum. Brad'a selam!

28 Ağustos 2010 Cumartesi

Saçıma uzun aklı kısa mı?
- Saçmalamasınlar!-

Saçım artık neredeyse lise yıllarındaki kadar uzun.
Rengi konusunda hala bazı sıkıntılarım olsa da,, bu halinden gayet memnunum.
Sanırım güneşten bakıra dönenen -boyalı oldukları faktörü de unutulmamalı-
kömür karası saçlarımı, Çakıltaşım'ın sözüne gelip biraz açtırabilirim.
Ama asıl meselem şu dağınık örgüleri becerememem.
Bu resimdeki model kolay görünüyor.


25 Ağustos 2010 Çarşamba

Gözüm üzerinizde!!!


Bazı dönemler,, adı 'sosyal paylaşım sitesi' olan platformlarla
saplantı derecesinde ilgili oluyorum.
Aslında çok aktif bir kullanıcı değilim. Ama yine de balık misali günde en az
üç kez bu ağlara dalıp,, ağlara takılmış diğer arkadaşlarımın
ne alemde olduğunu kontrol ediyorum.
Misal, Facebook. Kimi zaman iş arası profil resmimi değiştiriyorum.
Bazen birinin eklediği videoya yorum yapıyorum.
Gereksiz bir sürü şeyden haberdar oluyorum.
Kim, kimle, nerede bir çırpıda öğreniyorum.
Son moda yurtdışı seyahatlerinden hemen haberim oluyor. Çünkü herkes birbiriyle
yarışırcasına foto albüm ekliyor sayfasına.
Hatta arkadaşlarımın hiç tanımadığım arkadaşlarının dahi ne yaptığını biliyorum.
Tüm bunlar için fazla meraklı da olmama gerek de yok.
Hayat böyle daha mı kolay, yoksa daha mı zor bilmiyorum.
Herkes birbirinin hayatının kahini olmuş çıkmış...
Ayda yılda bir gördüğüm akrabama şöyle keyifle tatilimizden bahsetmeye kalktığımda, lönk diye tıkılıyor ağzıma sözlerim; "gördük resmlerinizi,,, şuraya da gitmişsiniz,, buraya da gitmişsiniz!"

"Siz nerden biliyorsunuz" demeye çalışırken, jeton düşüyor;

"Doğru. Herkes görüyordu di mi?" diyorum mırıltı halinde,, biraz da hevesi kursağında kalmış şekilde...

"Hay allah,, eee havadan bahsedelim o zaman" ya da "referandumdan evet mi,
yoksa hayır mı çıkar?"

Bu sosyal ağlarda sosyelleşirken, gerçek hayat sıkıcı mı kaçıyor ne?
İzlenmekten sıkılıyorsan, burda ne işin var demeyin. Bu bambaşka birşeyyyy!
Neyse,, demem o ki; ben burayı daha çok seviyorum.

Nedenini, nasılını daha sonra anlatırım.

Sesim fazla çıkmasa da gözüm üzerinizde,, takipteyim!!

24 Ağustos 2010 Salı

Güzel müzik, güzel film!



Mutfakta geçen ya da içinde mutfak geçen filmleri seviyorum.
Güzel yemek yapan kadın ya da erkek olsun farketmez, sevimli, aşk dolu ve capcanlı oluyorlar.
Belki bir klişedir. Belki de değildir.
Hayatını değjştirmek isteyen kadın genelde pastacı olmayı seçer.
Erkek 'ıssız' da olsa, yüreği taşdan da olsa, en iyi havuçlu tarçınlı keki o yapar.
Kasabının asi genci, büyük şehirde ne yapacağını bilemezken
yemek yapma yeteneğini keşfeder aniden.
Köhne bir köye hayat getiren de genellikle çikolatacı kadındır.
Kazanan yemeğe ruhunu katan olur hep...
Fatih Akın'ın 'Soul Kitchen'i de işte öyle bir film ve daha fazlası.
Çünkü içinden sadece mutfak değil, müzik de geçiyor.
Seyretmekte biraz geciktim.
Ama iyi ki de geciktim.
Çünkü bazı filmler için doğru yer ve zaman ilkesi vardır benim için.
Kimi zaman bunun belirleyicisi sevdicek de olsa bu ilke hiç şaşmaz.
İşte yine günlerden doğru gün, zamanlardan en bulunmazı ve yerlerden en güzeli olan evimizdeee...
Tereyağlı sıcak pide eşliğinde seyrettik öylesine..
Güldük, eğlendik ve müzikleriyle coştuk.
Ne demişler can boğazdan gelir, müzik ise illaki ruhun gıdasıdır.
Eee o zaman klişelerle bezenmiş tüm mutfaklı filmlere benden selam olsun.

22 Ağustos 2010 Pazar

Hep çalsa, hiç susmasa!


Güzel bir manzara neden hüzünlendirir insanı?

Önce bu iki fotoğrafa daldım.


Sonra... Güzel bir melodi çınladı kulağımda!



Pencerenin dışından duyduğum akordiyon sesi beni hayattan ne kadar
Resim Ekle
hoşnut olduğum düşüncesine götürür istinasız.
Ansızın çalan müziğin mimarları bahşişi haketmiştir şüphesiz.
Baba, anne ve bir çocuk... Acaba sıradan bir güne nasıl bir anlam kattıklarını
bilirler mi?

14 Ağustos 2010 Cumartesi

Eridim bittim!

Şu hayatta
canımı acıtan tek şey; ayağıma
batan çakıl taşları olsa...
Ya da canımı sıkan tek şey; üzerime yapışan kum olsa...
pöfleye pöffleye koşsam duşa, buz gibi suyla arınsam sonra...
Birilerine 'ergen muhabbeti' yapmayacağıma dair söz vermişsem bile,, artık tek suçlu İstanbul!
Bu kadar sıcak, bu kadar nemli, bu kadar beter olacak ne var sanki...



* Fotoğrafa aldanmayın. Size de sonbaharı çağrıştırmış olabilir.
Buz gibi su cam gibi bir görüntü veriyor... Sualtını izlemek hiç bu kadar kolay olmamıştı.

31 Temmuz 2010 Cumartesi

Benim rüyamda mısır yemek yasak!


Inception @ Yahoo!7 Video


Bu bir rüya değilse eğer...
Ve biz bu filmi 21.30 seansında gerçekten izlediysek; MUHTEŞEMDİ.
Bu kelimeyi istediğim kadar büyütebilir kızartabilir hatta altını çizebilirim.
Ama ne demek istediğimi anlatmaya yetmeyebilir.
Daha fazlası için; GİDİN GÖRÜN....


Tek bir altyazı kaçırmamak için tırnaklarımı bile kemirmeyi ihmal ettiğim bu filmi seyrederken kendi rüyalarımın tatlılığını düşünüp, mutlu oldum. Çünkü gerçeklik şu sıralar tam bir kabus...
Ama uykuya dalmak kurtuluş değil... Kesin çözüm YÜZLEŞMEK
İşte böyle, bu film bir sürü şey düşündürüyor insana.








20 Temmuz 2010 Salı

Bir teselli veeeeer!!


Bu yaz 'hadi eller havaya' dımtıs dımtıs yazı değil canlar.
Olmuyor, olamıyor...
Bu yaz sorumluluklar yazı...
Bu yaz Fransız balkonlu yeni evin yamuk ama asil korkuluklarından şişli semalarına doğru ahhh çekme yazı....
Karşı komşuya 'sizin en babasından LED TV'niz ve de bangır bangır bağıran müzik sisteminiz varsa, bizim de iki berjer koltuğumuz ve fiskosumuz var' mesajının bokunu çıkarma yazı...
Bakın bizde sizdekilerin mütevazisi artı bir de püfür püfür esen bir fransız balkon var.
Açıyoruz balkonumuzu ohhh mis gibi... Tepemizde sesiyle bizi akdeniz kasabasında hissettiren rüzgar çanı... Tıngır mıngır sallanıyor..
Utanmasak ayaklarımızı su dolu bir leğene sokarak oturacağız.
Fena fikir de değil hani..
Ama sanırım kalın perdelerin ardından güç bela yüzlerini ayırt etmeye çalıştığımız komşularımızın bir de kliması var.. Hiç açmadıkları o pencerinin ardından yine de çalan operamsı müzik duyuluyor...
Ben de arttırıyorum müziğin dozunu.
Nev'in 'Bir Nev'i Alaturkası' çalıyor.
İyi ki karşı komşumuz Fazıl Say değil.

Ya da iyi ki ben Nev yerine Şevval Sam dinlemiyorum.

Mahallede bir abiye-erman kuzu havası estiriyoruz kısacası...

14 Temmuz 2010 Çarşamba

Aramızdaki ölü bedenleri ziyaret / Body Worlds

Öğleden sonra bir düzine ceset gördüğüm için kendimi biraz garip hissetmem gerekir mi acaba?

Aslında gezi süresince bir rahatsızlık duymadım.
Şimdi durumu sesli ifade ettiğimde garip geliyor gerçekten.
Body Worlds'e giderken üzerimde biraz 'bahsettikleri kadar gerçek olamaz' havası vardı.
En iddialı sergiler bile Türkiye'de fos çıkıyordu.
Bakınız: Picasso ve Dali...
Tabi ki aynı kulvarda değiller ama sanat sanattır ve izleyiciye vaadettiğinizi vermek boynunuzun bir borcudur.
"Body Worlds''te fazlası vardı diyebilirim.
Etik tartışmaları bir kenara bırakırsak, sıradan bir insanın kendi bedeninin mucizevi bir mekanizma olduğunu keşfetmesi açısından sınırsız bir kaynak.
Sergiyi bir doktorun peşine takılarak izlerseniz daha büyük keyif alırsınız.
Biz zaman zaman kulak misafiri olduk çocuklarıyla dolaşan doktor hanıma, faydalı oldu.

Sigara içen ve içmen iki insana ait ciğer fotoğrafını çerçeveleyip,,
evin bir köşesine asasım var.


Beni en çok rahatsız eden 'aparat' ise yüzülmüş derisini elinde tutan erkek bedeniydi.
'Daaaan' diye çarpıyor insanı birden... Neyseki gezerken kafanızdaki gerçeklik gidip geliyor..
O yüzden görüdüğü kadar ürkütücü değil.
Ne diyordu sesli anlatım cihazı; 'Üzüntülerinden arınmış bedenler onlar... '
Ya da bunun gibi bişeydi.
Gidin görün derim.


7 Temmuz 2010 Çarşamba

Aynayla konuşmalar!



-Ayna ayna söyle bana benden güzel var mı bu dünyada???


-Senden güzeli ne demek. Senden akıllısı, zekisi, bilgesi bile yok. Sen bir tanesin bir tane...


Söz konusu ayna boy aynası değil bu arada.. O yüzden göt göbek nedir bilmez.


Benim gibi saftiriklerin ilacıdır o..


Son günlerde benim aynayla iletişimim böyle işte. Pek bir beğeniyorum kendimi.

Halbuki ne yağlar azaldı, ne selülitler... Herşey yerli yerinde maşallah. Ama niyeyse fazla bir özgüven, bile bile bir semirme durumu var sanki, -ki bu çok tehlikeli...

Yeni evde rahatlık çöktü diyelim biz buna.

Ya da bir hastalık olabilir. Anoreksiyanın tam tersi; fatoreksik.

Bu aynada kendini devamlı zayıf görme durumu.

Mesela Banu Alkan'ın öyle içine zar zar girdiği kıyafetlerle dolaşmasının sebebi buymuş.

'Beyin aynada gördüğü fazlalıkları asla kabul etmiyor, üstüne alınmıyormuş'. Okuduğum yazıda aynen böyle diyordu.

Benim durumum bu kadar vahim mi bilmiyorum.
Yakında bu gerçekle yüzleşir, acil koduyla bir diyet listesi isteyebilirim.

Sevgiler

Clementine


(PS: Mektup gibi bitirmeye bayılıyorum, gözlerinizden de öpüyorum:))

4 Temmuz 2010 Pazar

Karşı pencere!


Alışkanlıklarımdan vazgeçememekle ilgili sorunlarım var.
Abartmıyorum. Eşyalara ve mekanlara olan bağımlılığımı hiçbir şekilde açıklayamıyorum.
Herşeyi biriktiren o yarı çatlaklardan değilim ama tekrar geri dönmeyeceğimi bildiğim bir yerden ayrılırken defalarca arkama dönüp bakarım. Hemen unutmayayım diye...
Bir de geri dönmek zorunda kaldığımız ya da yolumuzun düştüğü, anılarla dolu, eski mekanlar vardır.
Ben, çocukluğumun geçtiği sahil beldesindeki çakıl taşlı plaja her gittimde tuhaf oluyorum.
Çocukça konuşmalar, kumdan kaleler, ateş yakmalar, kayan yıldızla birlikte dilek tutmalar....
Etrafta hayalet avcısı olarak dolaşmak gibi... Sahil, aynı sahil, taşlar aynı taş, yolun kıvrımları bile aynı. Sanki müze ziyaretinde yakın tarihe şöyle bir göz atar gibi. Tanıdık birine rastlarsam bir de işte o zaman, zaman-mekan kavramını tamamen yitiririm.
Geçmişten biriyle gelecekte bir konuşma yapmak kadar korkunç bir an var mıdır?
Bu zamana ait olmayan hayaletlerin sohbeti sanki...
Sanırım bu duyguyu yaşamamak için takılı kalıyorum aynı yere. Kene gibi yapışıyorum. Kazık çakıyorum.
Neredeyse 20 yıl aynı evde yaşadıktan sonra,, evlenip bir sokak öteye taşınmak tam da bana göreydi.
3 yıl geçirdiğim o evden de ancak yine bir sokak uzaklaşabildim.
Şimde yeni evimin arka balkonundan eski evimin arka balkonuna doğru şöyle bir bakıp, eski beni görüyoru; Perdeyi çekiyor,, ışıkları kapatıyor. Uykusu var.İyi geceler..

24 Haziran 2010 Perşembe

Bir top yünle mevsim değiştirdim!

Sıcak çikolata, kar kokusu, burun çekmek, battaniye, kedi, saatlerce film izlemek... Kışa dair herşey bu fotoğraflarla
zihnimde canlandı...
Ama sahi YAZ GELDİ, di mi?
Küresel bilmem ne (ısınama-ma) zımbırtısı şaka yapıyor olmalı!

photographer Emmy Ludwig


11 Haziran 2010 Cuma

(Has)Tuzcuoğlu'ndan has tuzlu bir kazık!

Siz de bu hisse kapılır mısınız bilmem?
Ben özel günlerde alışveriş içine girdiğim insanların beni yürüyen bir türk lirası olarak gördüklerini düşünürüm hep...
Evlendin mi? Gelin misin? Kuaförde normalde ödeyeceğin paranın iki katını alırlar senden..
Hadi kadınların saçı başıyla uğraşmak zordur. Peki ya erkekler? Damat traşına tonla para ödenir. Sanki kuş konduruyorlar. Adım atsan para!
Sadece gelin damat olmak değil. Ev sahibi olduğunda da çocuk doğurduğunda da bu böyle...
Mutlu günün kahramanları yolunacak birer tavuk gibi hissetmeye başladıklarında hiç silinmeyecek bir 'kazıklanmamalıyım' dürtüsü de peşi sıra gelir.
Taşınma münasebetiyle ustalarla içli dışlı olduk son günlerde.. Hep düzgün insanlara denk geldik. Evimizin en iyi şekilde görünmesi için istediğimiz şeyleri maddi imkanlarımız elverdiğince gerçekleştirdik.
Ama o kadar önemli bir şeyi atladık ki,, sanki bir gün bir ay oldu üzerimize yıkıldı.
İyi bir taşıma firması bulmayı atlamışız.
Eş dost tavsiyesine başvurmadan, internetten sadece adını duyduğumuz 'Tuzcuoğlu' firmasına başvurduk. Taşınma gününden bir hafta önce bir yetkili evimize geldi. Hızlıca bir göz gezdirdi. Salonda tepelenmiş dekorasyon dergilerini görünce,, kendilerinin de o dergilerden birine ilan verdiklerinden bahsetti. Sonra firmalarının taklit edildiğini, gerçek 'tuzcuoğlu' olarak kopya şirketlere dava açtıklarını söyledi..
'Aaaa öz tuzcuoğlu, has tuzcuoğlu mu varmış' diye dalga geçerken, yetkili kapora istedi.
Saf saf çıkardım 100 TL'yi verdim.
Taşınma günü geldi çattı ama bizim evin önüne taşıma aracı hiç yanaşmadı.
Önce araçlarının bozulduğunu, bir saat içinde söz verdikleri yerde olacaklarını söylediler. Ama bir saat, yarım saat, 15 dakika derken saat 15.00 oldu.
Pişkin yetkili 'sizin evi yarın taşıyalım biz' dedi. 'Yarın' onların sözlüğünde belki de haftaya demekti. Gerildik, öfkelendik... Hop oturup hop kalktık. Sonuçta o gün taşınamadık. Adı sanı duyulmamış daha küçük bir firmayla ertesi gün yeni evimizdeydik.
Şunu anladık ki anlaştığımız firma sahteydi. Kurumsal bir şirket izlenimi veren merdiven altı şirketlerden. Lisans sahibi gerçek şirkete durumu bildirdik.
Kaporamızı geri almak için aradığımız şirket yetkilisi ise telefonu suratımıza kapattı ve bir daha telefonlarımıza cevap vermedi. Aslında ona ulaşmak kolay. Ama dedim ya özel günlerde hep bi kaç yüz lirayı bir şekilde çöpe atarsın. Biz de bu meseleyi unutmaya çalıştık.
Ancak düşündükçe tüylerim diken diken oluyor. Günümüzü harcayan daha da ötesi bizi mağdur eden bir şirkete 100 TL bağışta bulunduk.
Hak etmedikleri bir parayı ceplerinde taşıyorlar.
Bu düpedüz dolandırıcılık. İş ahlakına tamamen ters... O yüzden ben de sizi bu şirkete karşı uyarıyorum.
http://www.hastuzcuoglunakliyat.com/index.html bu internet sitesinin bağlı olduğu şirketten uzak durun. Siz de mağdur olmayın.

4 Haziran 2010 Cuma

Yeni yaşım kadar havalı olayım emi..

Bu yıl kalplerle süslü, şen şakrak bir doğum günü yazısı için heves etmiştim
Hatta görkemli bir doğumgünü partisi bile yapabilirdim..
Ehhhüü,, 30'u devirdik.
Benden iki gün büyük olan çakıltaşım'a dedim ki,, 'yaşımızın adamı olsak ya artık' ama
o 'ruhumuzun adamı-kadını' olmamız konusunda kararlı... Zaten başka türlü de olamıyoruz galiba.
İçimdeki tüm cazgırlığı, şımarıklığı dışarı salıverebilirdim bu yıl.
Ama olmadı. Sağlık olsun. Yarın taşınıyoruz. Yeni yaşımda yeni evimde olacağım.
Sanırım en güzel doğumgünü hediyesi de bu oldu.
Telefon, internet hatta kablolu tv'nin bile olmadığı evimizde son gecemiz.
Vedalaşmaktan hoşlanmam o yüzden sabah ordan çantamı alıp çıkıcağım, tüm gün işteyim. Akşama yeni ev...
Dağınıklık ve kaos...
Hüzünlü ve melankolik olmaya gerek yok, di mi ama??

25 Mayıs 2010 Salı

Tası tarağı topladık, bekliyoruk!

Kısa bir ara vermiştim
Buraya..
Okumaya, yazmaya...
Kısacası eğlenmeye
Birşeyi kafaya taktım mı, ondan başka birşey
düşünemeyenlerdenim ben.
Elim ayağım kitlenir, hiçbir şey yapamasam bile kuru kuru düşünürüm.
Böyle 100 parçaya bölünüp, herbirine aynı özeni gösterip,
her tarafı idare eden organize insanlardan olamadım bir türlü.
Şimdilerde meşguliyetim yeni bir ev efendim.
Ev bulmak gibi yoğun ve stresli bir dönemi atlattıktan sonra
sıra eğlenceli kısma geldi.
Artık yazabilirim. Taşınıyoruz.
Tepemde koli koli kitaplar,, kışlıklarla dolu bir bavul,,
paketlenmeyi bekleyen nice şey. Nefes almak bile zor.
Hepsini taşıma şirketine bırakamam.
Taşınmak her ne kadar sinir bozucu olsa da yeni
ev demek heyecan demek.
Eee ben de heyecanlıyım haliyle..
Ve ben bir hafta beklemeye razı değilim.
Bu pazar taşınalım. Hayat yeniden başlasın. Daha güzel
ve daha neşeli olsun istiyorum:) Ama önceden verilmiş sözler, planlanmış düğünler var...

17 Nisan 2010 Cumartesi

Aksesuardan fazlası: Şapka!

İşte bu yaz için tam da aradığım şey...
Vanessa Hudgens'ın bu halini çok beğendim.
Böyle bir şapka edinebilirim. Ama dışarı çıkarken özgüvenimi yanıma
almayı unutmamalıyım. Nasıl desem,, benim için biraz fazla gösterişli sanki!