30 Mayıs 2009 Cumartesi

Dilek ağacı değil, don ağacı!


Salkım salkım donlar,, çoraplar, arada şarj aletleri, havlu, çarşaf....

Sanki incir ağacı değil, kapalı çarşı!

Rüzgarın savurduğu tüm eşyalar özellikle bizim hizzamızdaki dallara takılır.

Şarj aletini geri verirsin de, bütün apartmanı gezip 'bu siniz donunuz mu' diye soramazsın.

Onun için ağacın çeşitli yerlerine konan o çamaşırları kaderine terk ederiz. Ama bazıları çok inatçı çıkar bütün kışa direnir, sert rüzgarlara bana mısın demez! Zamanla eskir, yıpranır ama sahibine selam edercesine, orda öylece kala kalır.

İşte bizim arka balkonun en renkli manzarası!

Komşuların gerçek yüzünü değil, iç çamaşırlarını görüyoruz genelde.

Müze filan kursam yeridir. Ya da donu düşenin dileği geçek oluyormuş, he heee, 2 gün kalırsa, 2 günde, 3 yıl kalırsa, 3 yılda istekleri gerçek oluyormuşşş filan!!!

27 Mayıs 2009 Çarşamba

Heeey taksi!


Taksi en büyük ihtiyacım. Taksiciler ise korkulu rüyam. Bilenler bilir, geçmiş yazılarımda bahsettiğim gibi en büyük kazıklanma olaylarını taksicilerle yaşadım.

İstisnalar kaideyi bozmaz tabii.


Bu sabah yine taksiye binme zorunluluğunu yaşadım. Ne giyineceğimi düşünürken, geç kalmışım.


Caddeden bir taksi çevirdim. Uykulu, hoşnutsuz biraz fazla suratsız....


Güzergahımız şişli-harbiye.. Kıssacık yol işte.


Ama ben bu kıssacık yolda, Şişlinin değişiminden, erkeklerin strateji oyunu merakından, heros ve lost'tan bahsettim, direksiyon sallayan şoföre.. Tabii deli değilim. Sohbeti ben açmadım ve böyle bir sohbet olacağını asla tahmin edemezdim.

Gerçi taksici kardeş aracına biner binmez uyarmıştı beni; 'ben taksici değilim aslında, mimarım' diye.

Alla alla, acıdım ben de heralde işini kaybetti, ondan taksicilik yapıyor diye. Meğerse taksinin sahibiymiş, şoförle sorun olunca, ofiste de çok iş yok nasılsa deyip direksiyon başına geçmiş.


Adam, 'sabahları ofiste oyun oynamaktan beynim pelte oldu' dedi, şaşırdım doğrusu.

Sonra başladı ben Amerika'dayken diye anlatmaya. Ayy hava attı bi de bana, olacak iş değil!


Vedat Milör'le TADI DAMAĞIMDA


Bu Vedat Milör beni hasta etti şu an itibariyle...

NTV'de yayınlanan program A grubu, yani paralı, izleyicilere hitap eden türden. (ayy biraz kaba oldum ama)

Napalım, arada biz de izliyoruz programı ağzımızın suyu aka aka.


Ama seyrederken şöyle bir cümle asla geçmiyor:


- aaa hayatım çok güzel bir mekan bu hafta sonu buraya rezervasyon yaptıralım.


Gittiği çoğu restoran benim kapısından girmeye korkacağım türden.


Olsun. İzliyoruz, yemek kültürümüz artıyor.


Yanlız açken seyretmemek gerek. Hakikaten zararlı. Ben az önce Kuruçeşme'de Dolce adındaki bir pastane sergilenen brownileri görür görmez buzdolabına koştum.

Bir dilim ekmeğin üstüne nutella sürtüm, hemencecik hüplettim. Yani neredeyse yuttum.


Vedat Milör, gerçekten işinin ehli, iyi bir gurme. Ama öyle özendirerek, iştahlı iştahlı yemesin ya.. Salyalarıma peçete yetiştiremiyorum.

Bi de arada daha salaş yerleri keşfetsin lütfen.

26 Mayıs 2009 Salı

Protesto ediyorum!

Hep şunu derim; 'Çantayı çantacıdan, ayakkabıyı ayakkabıcıdan' alacaksın.

Yoksa 100 tane çantan da olsa, ilk gördüğün anda vurulduğun ve onsuz yapamayacağını anlayarak aldığın o çanta seni erken bir ayrılığa sürüklediğinde bedbaht olursun.


Böyle söylerdim. Ve genellikle uygulardım. Anladım ki bu sene pek öyle olmadı. Evdeki mefta sayısı artınca nerede hata yaptığımı sorgulamaya başladım.

Asıl işi giyim olan mağazalardan aldığım çantalar çatlak patlak oldu kısa sürede.

Çanta konusunda kara listeye aldığım iki marka: Stradivarius ve Bershka...

Birinin sapı koptu, diğerinin hem sapı koptu hem de sanki 10 yıldır kullanıyormuşum gibi derisi soyuldu, yamuldu. Daha alalı bir ay oldu!

Protesto ediyorum. Duyrulur...

1 Kadın 1 Erkek


Hepimizce kabul görmüş bir durumdur ki, bir kadın ile bir erkek olaylara asla aynı yönden bakamaz.

Sadece olaylara mı??


Aynı şekilde ev temizleyemez.

Aynı şekilde yemek yapamaz.

Aynı şekilde kısmanamaz.

Aynı şekilde alış-veriş yapamaz.

Aynı şekilde hesap isteyemez.


Daha bir sürü şey, aklıma gelmiyor işte hepsi.


Yani asla aynı olamaz. Öyle aynılarmış gibi görünenler de bizi kandırırlar ama kendilerini kandıramazlar.


Ama biz kadınlar topluluğu olarak aynı şekilde davranabiliyoruz. Erkeklerde doğal olarak hem cinsleriyle birçok konuda aynı ortak noktada buluşabilir.


Bu gerçeği şu sıralar, internetten indirip seyrettiğimiz şu akıllara zarar dizi 'Bir Kadın, Bir Erkek' gözümün içine soktu.


Türkmax'ta yayınlanan dizi skeçlerden oluşuyor. Veee kadın ve erkek olarak ne kadar aptal göründüğümüzü anlatıyor. Eee komik oluyor haliyle.

demet evgar ve emre karayel'in canlandırdığı karakterlere acayip gülüyorum.

Seyredilesi dizi, tavsiye ederim. Ama iki bölüm üst üste seyrettikten sonra katlanılmaz olabiliyor. Çünkü çift fazlaca sevişken bayıyor bir saatten sonra...

24 Mayıs 2009 Pazar

Düşünce gücüyle zayıflamak!


'Bırak şimdi. Dünşünce gücüyle zayıflanır mı!' demeyin. Diyecekseniz de bana demeyin. Yasemin Soysal “Tek Şişman Beyniniz" adında bir kitap çıkardı. Yani ben onun yalancısıyım.

Açıkçası ben de düşüncelerimi programlandırarak kilo verebileceğimize inanmıyorum.

Yasemin Soysal da tam olarak bundan bahsetmiyor zaten.

Zayıflamaya çalışırken yapılan hataları, beynimizi nasıl yanlış programladığımızı anlatıyor.

Aslında bundan öte son birkaç aydır denediğim birşey var.

Kimin blogunda okuduğumu hatırlamıyorum. Ordan oraya savrulurken bulmuştum.

Yemek yerken, kilo aldıracağını düşünmeden, yediklerimizden haz almamız ve pişmanlık duygusunu geride bırakmamız gerektiğini anlatıyordu yazar. Kimdi o ya?? Yazıyı bulsam keşke!

Sonuçta ben de öyle yaptım. Yememem gereken şeyleri yemedim. Eğer yiyorsam da onlardan zevk aldım. Pişmanlık duymadım.

Kısa sayılmayacak bir sürede yaklaşık 5 kilo verdim.

Bu hemencecik kilo verdirecek türden birşey değil zaten.


Eskiden diyet yaparken ikram edilen küçük bir çikolatayı bile reddeder, haftalarca tatlı yemezdim. O yoksunluk duygusu bir an canıma tak eder, eve dönerken çikolatanın yanında bir de tadını unuttuğum kocaman bir paket cips alırdım. İnsanın nefseni köreltmesi kadar zor birşey yok hayatta.

Hala fazla kilolarım var. Ama bunu düşünerek canımı sıkmak yerine artık 'tadına bak, ölmezsin' mantığını uyguluyorum.

Ve son olarak bahsettiğim kitaptan işe yarayacağını düşündüğüm bazı fikirler;

-“ En kötüsüne hazırlan, daha iyisini elde edersen mutlu olursun!” Bu fikri unutun
- "Daima olabileceğiniz en mükemmel “size” odaklanın" Bu hayalperestlik değildir
- Şişman olduğunuzu düşünüyorsanız yemek istediğinizde “Ben böyle de güzelim” demeyin.
- Güzel bir fiziğe sahip olmak için dua edin.
- Size büyük gelen kıyafetlerinizden kurtulun
- İnmek istediğiniz bedene uygun bir kıyafet alın ve onu ayrı bir yere asın
- Büyük ve çukur tabakları çöpe atın
- Zayıflama sürecinde siyah renge takılıp kalmayın
EDIT: Yazıyı MISSRED'S DIARY'nin sayesinde buldum. Sağolsun. Nil'in yazısıydı. İşte burada. Okuyun, tavsiye ederim.

Ajda Pekkan stili


Tamam, bugüne kadar geçirdiği estetik ameliyatların haddi hesabı YOK.
Fotoğraf ve klip çekimlerine özel kamera filtreleri götürdüğünü kendisi bile İTİRAF ediyor..
Kariyerinin başında başarısızlık duygusunu tatmış, ama PES etmemiş.
Yaşlı mı? YAŞLI!
Konserlerinde giydiği kıyafetler eleştiriliyor. 'Ajda Pekkan, mini etek giyimesin' kampanyası başlatanlar BİLE var.
Bence fazlasıyla acımasız bir tavır.
Konserlerde sandalyeye oturup, mıy mıy şarkı söylemek yerine, hala sahne sovları hazırlıyor. DANS ediyor.
'Aman starım nasılsa' deyip yan gelip yatmıyor.
Neyse (+)'lar ve (-)'ler bir yana, sıkı bir hayranı OLMAMAKLA birlikte, kılık kıyafetine gösterdiği özeni TAKDİR ediyorum.

Bkz: Beyaz Show. (Jeann + balmain ceket) Bu kıyafet hoş ve sade tabii ki...


Güzel kalma çabası biraz abartılı olsa da hepimiz KADINIZ değil mi?

Kendisi ne demiş; “Tabi ki kendine bakacaksın. Ama bu sadece estetikle olacak bir şey değil. Sağlığına dikkat edeceksin, spor yapacaksın, pozitif bakacaksın hayata. İnsanlar tabii ki, radikal müdahaleler yaptırabilir. Ve bunu zaman içinde upgrade etmek gerekir”

Hadi bakalım, hanginiz yapıyorsunuz bunları?
O YAPIYOR ama..

Edit: Bu arada Ajda'nın Beyaz Şov'daki kıyafetlerinin Nur Yerlitaş imzalı olduğu açıklanmış. Tabii yukarıdaki ceketi görenler ayaklanmış doğal olarak. Milliyet'in moda yazarı okuyucularından gelen tepki üzerine köşesine taşımış durumu.

Bildiğimiz Balmain ceket işte! Ayıp ama bunu da ben yaptım demez insan!

18 Mayıs 2009 Pazartesi

Rachel Weisz vs Eva Longoria


Rachel Weisz, Alejandro Amenabar'ın Agora adlı filmi için Cannes film festivalindeydi.
Kırmızı halıda yeşil bir Valentino elbiseyle göründü.
Yana attığı saçlarıyla süper olmuş bence...

Eva Longoria da festivale katılan ünlülerden. Onun fotoğraflarını görünce garip bir karşılaştırmaya gittim nedense. Rachel Weisz'in kıyafetini çok beğenmekle birlikte Longoria'nın Versace Atelier elbisesi çok görkemliydi.

Öyle bir gece için hangisini tercih ederdim diye düşündüm. Longoria'nın kıyafetini giyinmekte üşenirdim açıkçası, uzun kuyruğuyla yürümesi oldukça güç olmalı. Yani benim favorim Rachel oldu.



17 Mayıs 2009 Pazar

Felek sana hayat diye ekşi bir limon uzattıysa,
sen üstüne tekila ve tuz iste...



Ben de öyle yaptım!

Aslında o kadar dramatik değildi. Nasıl desem??

Saat 23.oo'ü gösterdiğinde, eğlenmeye karar verirseniz. Geceye en hızlı giriş tekila ile olur bence.

Ben de öyle yaptım.

Beni o noktaya getiren olaylar silsilesini şöyle özetleyeyim;

Yine bir düğün vardı. Bu sefer nikaha katılıp, geceye gitmemeye kara vermiştik. Şıkır şıkır gittik, nikah salonuna arkadaşımızın en mutlu anına tanık olduk. Kuyruğa girdik, takımızı taktık. Sonra toz olduk mekandan.

İstikamet Malta Köşkü... Çaylar, kahveler, sohbet muhabbet derken akşamı bulduk. Sonra koşa koşa eve döndük. Ne varsa evde?? Çektik pijamaları, kurulduk koltuğa.. Nana izliyordum bu arada, 10 bölüm kadar izledikten sonra sıkıldım. Arada telefon çaldı. 'Aaaa siz gelmiyor musunuz? İstiklal'de nerdeydi mekan?' diye soran arkadaşa, ayrıntılı bir tarif verdikten sonra hımbıllığa devam ettik.

Bir ara R'ya cilve yaparken, 'yaa hadi kalk gidelim kızın eğlencesine, ayıp ettik, nikahtan sonra kaybolduk' dedim. Blöfümü gördü.

'Giyinirsin, giyinemezsin' derken, saat 11'de İstiklal caddesinde, büyük gizemli bir hanın içindeki mekanda bulduk kendimiz. Acayip bir yerdi. Harabe halde ki kocaman daire özel partiler için kiralanıyormuşşşş.

Ortam süperdi, hemen ayak uydurmak gerekiydi.

Shot bardağının içindeki kıymetlim yanık yanık aktı içime...

Ayyy sabahlar olmasın.

Tabii güzeller güzeli tekila, güzel kafa yaptı. Ama tozutup 6 tane içmek pek akıllıca olmadı.
Biraz abarttığımı itiraf etmeliyim.
En son geline, bu yıl gittiğim hiçbir düğünde gördüğüm gelinlikleri beğenmediğimi, ama kendisininkinin gerçekten çok hoş olduğunu ve çok yakıştığını söylediğimi hatırlıyorum.
Allahım nasıl bir otoriteysem ben!

Facebook'ta ortaya dökülecek fotoğraflardan çekiniyorum doğrusu. Dağıtmadım, ortalığa kusmadım, rezillik çıkarmadım. Ama fazla mutlu, fazla güler yüzlü ve konuşkandım.
Neyse geceden kalma bir baş ağrısı, sabaha karşı 5'te yatmanın verdiği uykusuzluk dışında, yüz kızartıcı olaylara mahal vermemiş olmanın verdiği iç rahattığıyla kendimi süper (!?) bir işgününe hazırlıyorum.

Uzun bir cümle olduğunun farkındayım. Kanımda dolaşan bol tuzlu, limonlu kıymetlime verin kusurlarımı ve imla hatalarımı.

16 Mayıs 2009 Cumartesi

İkonCAN'lar yarışta!




Sosyetik güzeller hiç boş durmuyor.
Eda Taşpınar deri ürünlerinden tasarladığı kıyafetlerle tekstil alanına adım atmış.

Ivana Sert de plaj da diğer kadınlarla 'pişti' olmamak için mayo, bikini ve bilimum plaj kıyafeti tasarlamaya başladı. TV'de izledim bayağı havalı şeyler... Taşlı maşlı, sere serpe yatıp güneşlenmekten çok plaj partilerinde giyilecek türden. Yani beni açmaz onun tasarladıkları.

İkoncanlar arasındaki yarış bu aralar iyici kızışıcak çünkü Eda Taşpınar, CNN Türk'te 'Trendikon' adlı bir programa başlıyor. Programda modayla ilgili konuklar ve alışveriş bölümü olacakmış. Benim için programın tek ilginç yönü Eda Taşpınar'ın ne giyineceği olur heralde.

Biraz ön yargılıyım açıkçası...

13 Mayıs 2009 Çarşamba

Natalie Portman zerafeti

Natalie Portman, giyidiğini yakıştıran, daha doğrusu yerine göre giymeyi bilen ünlülerden..
Onun giyimini kuşamını her zaman zarif buldum.
Beyaz Saray'daki davete bu kıyafetle katılmış. Bazı internet sitelerinde firikikten bahsediliyor ama ben bir şey göremedim kızcağızın fotoğraflarında.
Kıyafet Balenciaga'nın 2004 sonbahar koleksiyonundan.
Kısası daha mı güzel ne??

Freida Pinto L'Oreal Paris'in yeni yüzü

Oscar'ı silip süpüren Slumdog Millionaire'in yıldızı Freida Pinto Hollywood'un yükselen değeri haline geldi.
24 yaşındaki yıldız, L'Oreal Paris'in yeni yüzü.
Şirket uluslararası kampanyalarını Pinto ile yürütecek. Ürünlerini onunla tanıtacak.
Pinto böylece L'Oreal Paris için çalışan Evangeline Lily, Beyonce, Penelope Cruz ve Eva Longoria gibi ünlülerin bulunduğu kervana katılarak başarısını perçinledi.
Ben kendisini o kadar özel ve güzel bulmuyorum. Ama Woody Allen onu kanatları altına almışsa bir bildiği vardır kesin.

11 Mayıs 2009 Pazartesi

Ordunun evinde
dünya evine girdiler girmesine de...


Attım üsttümden gerginlik pelerinimi, astım bir kenara. Lazım olur nasılsa, dursun bir kenarda!

Sonra çektim siyah bir korse... Göbek içeri, göğüs dışarı, dim dik bir sırt. Siyah elbisemi geçirdim üstüme. Havalı bir makyaj, yapılı saçlar, bir de topuklu siyah ayakkabılar.

Düğün kızı gitmeye hazır.

Gelinden bile stresli bir hafta geçirmiş olabilirim.
Neyse ki beklediğim kadar kötü olmadı.

Korse, siyah elbise ve topuklu ayakkabı üçlüsü beni kurtardı. Hatta zayıfladığımı söyleyenler bile oldu. Beni son gördüklerinden beri 4 kilo verdim. Ama eski formuma kavuşmam için 5 kilo daha vermem gerek.

Sohbet muhabbet tahmin ettiğim gibiydi. Çocuk ne zaman sorularını, abimi kalkan olarak kullanıp bertaraf ettim. O daha yeni baba oldu ayol,, arka arkaya mı pörtleteceğiz??


Bu arada orduevinde bir düğüne ilk kez gittim. Bazı kuralları olduğunu biliyordum ama sorunla karşılaşacağımızı düşünmemiştim. Ama ne derler, herşeyin bir ilki vardır.


Beyzadem kapıdaki görevlilere, kulağındaki küpeleri çıkartmak konusunda direndi. Şıkır şıkır giyinip kuşanıp, kapı önünde gerim gerim gerildik. Küpeyi çıkarmamakta inat etti. Uzayıp giden çıkarırsın-çıkaramazsın dalaşı sevdiceğin geri adım atmasıyla son buldu.

Adama, 'içeride tekrar takarım' diye, gözdağı verip, çıkardı küpeyi.

Abimin böyle belli belirsiz olan azcık sakalı için traş olmaya göndereceklerdi, kıyısından döndük.

Sonra sıra bana geldi. Görevli 'sizin' dedi.

Ben de boş bulunarak, 'benim neyim var' diye sordum. Meğerse ismimi soruyormuş. Kafa kalmadı ki!

Beni de beğenmeyecekler diye korktum bir an. Orduevlerinde durum bu; öyle sivilmiş, misafirmiş takmıyorlar. Çeviriveriyorlar kapıdan gerisin geriye, bilginize...

8 Mayıs 2009 Cuma

İki film birden, bir de
minik patikler!


Biri beni, diğeri de sevgiliyi mutlu etmek için yapılmış seçimlerdi.

Sonuçta ikimiz de aynı şeyden memnun olduk.

Kazanan Bride Wars oldu. Romantik komedi severin bir tuzağı olarak bakmayın bu yazıya.

Tamamen doğruyu söylüyorum.
Ayrıca ben de bir X-men severim. Ama bu filmin tamamen fiyasko olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Hugh Jackman'ın varlığı bile yetmedi filmi kurtarmaya.

Hatta film boyunca, şekil bir a'da gördüğünüz gibi kastıkça kastı Wolverine abimiz. Bi de arada 'Victooooor' diye bağırdı. Bizanslılarla savaşan bir Cüneyt Arkın edası buldum kendilerinde. Yani diyorum ki, logan'ı hafızası sıfırlanmış haliyle sevdim ben. Keşke hep öyle kalsaydı.

Beyim için filmi izlemek daha bir ızdırap vericiydi. 'ooof sıçmışlar, hem çizgi romanını bir okusaydın, hikaye böyle değil' zaten deyip, durdu.



Neyse gelelim diğer şahesere... Bride Wars, başta sıkıcı, sonra akıcı, çok sonra gözyaşartıcı bir film oldu benim için.

'Hayır biz kadınlar böyle değiliz' desem de pek inandırıcı olamadım. Ben bile inanmadım söylediğime.
Göründüğünden daha çok şey anlatıyordu film benim için.



Evlilik hayalleri, bir düğünü çocukken planlamaya başlamak, belki benim yaşadığım birşey değildi ama filmdeki dostluk tanıdıktı. Bizimkisi savaşsız, daimi bir barışla, bazen ufak kırgınlıklarla devam eden bir arkadaşlık.

Oyun oynadığım günleri de, ilk aşkımı da, öpüşmeyi bilmediğim, hatta bunu öğrenmekle değil, pratikle daha mükemmel bir hale getirebileceğimi bilmediğim günleri de bilen bir kişi.

Film, hayatımın en aptalca ayrıntılarını bilen o kişiyi hatırlattı. Şu sıralar metropol hayatına geri dönmeye hazırlanıyor. Bir de 'sıra dışı bir ilişkisi' var. Hamile kendisi.
Filmi seyrettikten sonra kilitli kutumda küçük bir yolculuk yaptım.

Kalplerle süslü, ayrı geçen yaz aylarında yazılmış mektuplar ve kimseye gösteremeyeceğimiz kadar utanç verici kokoş fotoğraflarımızı buldum. Bir de minik bir bebek patiği. Bandı yırtılmış, hediye kağıdında, hafif rengi solmuş öylece duruyor. Yakında sahibine kavuşacak.

Aznavur pasajından aldığımız o çorapları saklama görevi benimdi. O kadar sevimli bulmuştuk ki, amaçsızca almıştık onları. M, hatırlar mı bilmem ama ilk çocuğu olacak olana verilecekti sevimli çoraplar.

Küçüktük. Bebek sahibi olmak o kadar uzaktı ki, ben bunu ailede ilk bebeği olan kişiye veririz diye aklımdan geçirdim. 'Abime veririm' dedim kendi kendime ama yıllar geçti kimseye veremedim.

İyi de etmişim. Böylesi daha anlamlı oldu bence:)

7 Mayıs 2009 Perşembe

Sen SUS, gözlerin KONUŞSUN!


Kafam dağınık.

Bir türlü toparlayamıyorum.

Bir kordinasyonsuzluk, bir bıkkınlık, bir kendinden geçme, yatıp uyuma hali!

Karar vermem gereken şeyler var.

Hain planlar kurmalıyım. Hayata geçiremeyeceğim kadar güzel olmalı bunlar.

İşte bu da beni İYİ bir insan yapıyor. Sadece planını yapıp, hayaliyle tatmin oluyorum. Ni-haa haaaa haaa....

Beni gerçekten tanıyan insanların yanında olmayı ÖZLEDİM.
Tüm huysuzluluğum bundan işte. Nerden geldim bu konuya bilmiyorum ama, hayatımın bir yılını daha böyle geçirirsem, ilerki yıllarda bir iletişim danışmanı olabilirim. Yakında yüz ve mimiklerden nefret, hırs, hınç, kıskançlık, tiksinme ve benzeri duyguları sadece bir bakışta anlayabilecek hale geleceğim. Bir nevi 'sen sus gözlerin konuşsun' hali!

Aslında çokça 'dilin GÜZEL söyler ama, ya GÖZLER' durumu...

Yakında herşey iyi olacak. Beni bu yanlız, -hadi popüler olayım ve patlatayım o kelimeyi- ISSIZ hallerimden kurtaracak yegane şey; hormonlarımın eski seyrine dönmesi olacak.

*****

Bir başka gerginlik sebebim; haftasonu gerçekleşecek düğün.

Kuzenim evleniyor.

Tüm aile bireylerini bir arada göreceğim. Çoğuyla aylardır görüşmüyorum.

Böyle durumlar beni geriyor işte.

- 'ayy şekerim kilo mu aldın?'

- 'hamile misin?' gibi sorular....

///
- 'bebek ne zaman, bak sıra sizin artık'

- 'gençsiniz, şimdi çalışacaksınız, para yapacaksınız' gibi tavsiyeler

///

- 'hiç aramıyorsunuz!?'

- 'bayramda da gelmediniz' gibi sitemler.


Dürüst olayım, beni en çok kasan şu kilo ve bebek muhabbeti oluyor.

Bu aralar böyle, en kısa zamanda eğlenceli ve renkLİ postlarımla aranızda olmayı umuyorum.

Sevgiyle kalın, daha doğrusu sevdiklerinizin yanında kalın. Bu derin mutsuzluk halinden çıkayım, hemen yanınızda olacağım.

2 Mayıs 2009 Cumartesi

Kış bitsin, bahar gelsin!


Biliyorum, bazen hava durumu bülteni gibi oluyor postlarım... Artık yapacak bişey yok, hava durumu beni herşeyden çok etkiliyor. Bir de muayyen günlerimiz var tabii!

Klasik olacak ama yine de söyleyeceğim: ruhum tek ilacı pırıl pırıl parlayan güneş!

Kış sona ersin, yoksunluk bitsin isterim. Ama bir türlü bahar gelmiyor. Oysa ben kış insanıyım. Yaz gelince bunalıma girer, tatil mevsiminde bütün bir yaz plazalara sıkıştığımız için acı çekerim.

Dün şirket ahalisi güneşi görünce, yemyeşil çimlere serildi. Molaların süresi uzadıkça uzadı.

Ben de iş çıkışını iple çektim. Ama kara bahtım, kör talihim bana, birazcık güneşi, taze bir bahar havasını çok gördü.
Saatler 18.00'i gösterdiğinde bardaktan boşalırcasına yağmur yağmaya başladı.

Hava karardı, şimşekler çakmaya başladı. Tipik bir korku filmi ortamı yani.

Bu ne şimdi?? Sorarım size, kara bulutlar üzerimde mi dolaşıyor? Yoksa çok mu kişiselleştiriyorum bu güzide doğa olayını?

1 Mayıs sabahı işe gitmek...

1 Mayıs'ı hakkıyla kutladım.

Tam bir emekçi olarak işimin başındaydım....:)
İşe gitmek konusunda baya da kararlı davrandım. En büyük önlemim yola daha erken koyulmaktı. Bu da pek işe yaramadı. Çünkü taksiye binmek zorunda kaldım. Bir de gereksiz para ödedim yani, daha gereksizi işe erken gittim:(

Sokağa çıktığım ana geri dönecek olursak.. Polisler bizim kapıyı bile tutmuş sayılırdı. Abartmıyorum.

Tüm yollar kapalı, her taraf polis...

İşte, Şişli'de, 1 Mayıs günü!


Yolun durumunu sorduğum kibar polis, biraz sonra gösterici kovalayacak.

Saati sorduğum genç, polisleri taşlayacaktı.

Günün aktörleri işe koyulmuşlardı bile, ben sade bir izleyiciydim.

Fonda masmavi gökyüzü, pırıltılı bir güneş ve kapalı dükkanlar vardı. Tam bir masal havası ama di mi ?

Panzerler göstericilere su sıktığında, çatışmalar başladığında ben ordan çoktan uzaklaşmıştım.

Evimizin bir sokak ötesindeki bu manzara gün boyu sürdü.

Bütün bunlar olurken, aşkitonun evde fosur fosur uyuması garipti.

Polis su sıktı, göstericiler taş attı.

Parke taşları söküldü, camlar kırıldı. Ama o uyudu. Pek masum, dünyadan bi haber... Rahatsız edici hiç bir manzaraya tanık olmadan.

Ama günün en güzel anını da kaçırdı. Ben gözlerimi iki kere kırpışırdım. Baktım baktım durdum. 1 mayıs 30 yıl sonra Taksim'de kutlanıyordu.

Bu yıl herşey 'makuldu' anlayacağınız; dayak da, taşlar da, Taksim meydanındaki kalabalık da.

Polis, makul makul su sıktı. Göstericiler makul ölçüde taş attı. Meydanda makul insanlar halay çekti.

Artık herşeyin ölçüsü bu olsun bence. Makul ölçülerde işe gidip, makul saatlere kadar çalışalım. :)
Ne dersiniz?
EDİT: ben bu öneriyi bizim şefe götüreyim. Makul karşılar mı acaba...