Veeee, öylece saaatler geçirdik.
Bu noktaya gelmemizin tek sorumlusuyum.
Zorlu bir hafta geçirmiştim.
Cuma günü eve nasıl vardığımı hatırlamıyorum. Uzun bir gündü. Hatta sanki iki gündü.
Saatler, dakikalar, saniyeler, saliseler uzadıkça uzadı.
Gün bittiğinde ben de bitmiştim. Eve koştum. Sonraaaaa... Sonrasını hatırlamıyorum.
Cuma akşamı kuş olup uçtu. Elde kaldı Cumartesi-Pazar.
Harika bir cumartesi olacaktı. Önce güzel bir kahvaltı sonra alışveriş ardından de bir arkadaşımızın doğum günü partisine gidecektik.
Ama ne yazık ki ben, huysuz ve hasta bir güne uyanmıştım. Keyifsiz keyifsiz alışveriş yapıp, koşar adımlarla eve döndüm. (Araya bir çanta sıkıştırmayı başardım ama)
İki arkadaşımız gece bize katıldı. Böylece eve kapandık. Veeeee film maratonu başladı.
İşte şenlikli haftasonun birbirinden uyumsuz filmleri;
Griffin & Phoenix: Kesinlikle bunalım. Hasas bünyelere tavsiye etmiyorum.
The Girl in The Cafe: Yani iyi bir film ama moda bağlı. Biraz sıkıcı.
The Little Shop of Horrors (1960): Gerçekten sevimli bir film.
99 francs: Reklamcılık üzerine Fransız yapımı, uçuk kaçık, çoooook güzel bir film. Reklamcılar biraz bozuk atmış kitaptan uyarlanan bu filme. Hatta kitabın yazarı -eski reklamcı- sektöre veda etmek zorunda kalmışşşş.
How to Lose Friends & Alienate People: Eğlenceliydi. Yine bol bol sektör eleştirisi vardı. Bana biraz The Devil Wears Prada'yı anımsattı bana. Sanki, erkek versiyonuydu.
Bu kadar film yeter sanırım. Artık kafam çorba oldu. Pijamalı dörtlü akşam saatlerinde yollarını ayırdı.
Aslında çok da şikayet edilecek bir hafta sonu değildi. Her zaman şöyle 'eve kapanalım da ardı ardına film seyredelim' der, ama planlar uymaz, hep lafta kalırdı. Eeee neye niyet, neye kısmet!
0 yorum:
Yorum Gönder